Dedem ve Satranç

 

Bu bir satranç öyküsüdür. Aslında küçük bir çocuğun satrancı nasıl öğrenip, nasıl geliştirdiğinin sade bir biçimde anlatımıdır da diyebiliriz bu öyküye. Ondört yaşındaydım. Bir gün anneannemlerdeydim. Kendi evimizde olduğumuz zaman hep ikiz kardeşim olan Kerim ile oynamaya ve yaramazlık yapmağa alışık olduğumdan misafirlikte birazcık sıkılmaktaydım doğrusu.

Ne yapsam da can sıkıntısından kurtulsam... Tavla oynamak mı? Şu anda rakip bulmam mümkün değil. Çünkü tek rakibim olan evin büyük kızı evde değil. Televizyon seyretmek ya da radyo dinlemek? Bunları hep yapıyorum zaten.Hem Uzay Yolu, Küçük Ev ya da Tatlı Cadı dizilerinden bir tanesi olsa neyse. Onlar da olmadığına göre televizyondan umut yok.

Askerlerimle oynasam nasıl olur? Ama daha biraz önce onlarla savaş oyunu yapmadım mı?

İşte bu düşünceler içinde vakit geçirir ve ne yapacağıma karar vermeye çalışırken elime dedemin satranç taşları ve tahtası geçti. Zaman zaman bu eve geldiğimde satranç taşlarını görüp bu oyuna karşı bir heves duyduğum olurdu. Hatta kardeşim Kerim ile bu taşları kullanarak kendimize göre bir savaş oyunu oynardık. Ama bu şekilde bir oyun bizi tatmin etmezdi. Satranç taşlarının gerçek hareketlerini bilmeyi ve kurallarına göre oynamayı isterdik hep.

Dedem, emekli askeri öğretmendi. Her halde bu takımı gençliğinde, arkadaşlarıyla oynamak için almıştı. Kim bilir ne partiler oynanmıştı bu tarihi satranç tahtasının üzerinde. Taşların büyüklüğü, biçimleri ve hatta eskiyi çağrıştıran kokuları çok dikkatimizi çekerdi. Böyle ilginç bir satranç takımında gerçek kuralları ile satranç oynamak ne güzel olurdu kim bilir?

Dedem o öğleden sonra her zaman olduğu gibi sade kahvesini eline aldı ve salondaki koltuğuna gömüldü. Her halde biraz gazete okumayı ya da şekerleme yapmayı düşünüyordu. Benim ise başka düşüncelerim vardı ve bu kez kararlıydım. Satranç denilen o cazibeli, zor ve erişilmez düşünce oyununu öğrenecektim. Daha önce dedeme bu konuda bir iki defa teklifte bulunmuş ancak sonra bakarız gibi cevaplarla geçiştirilmiştim. Bu defa tahtayı ve taşları alıp onun karşısına öyle bir oturuşum vardı ki, dedem de benim heyecanıma ortak olurcasına elindeki gazeteyi bir kenara attı, kahvesini çabuk çabuk yudumladı ve tahtanın üzerine eğildi.

Bak evladım... bu kaledir. Kale düz gider. Ama damadan farklı olarak rakip taşı alırken üzerinden atlamaz. Bak bu da attır. Atın hareketi L harfi gibidir. O öğleden sonra boyunca tüm taşların hareketini rok yapmayı ve diğer ayrıntıları öğrendim. Sonunda dedem bana şimdi seninle bir parti yapabiliriz dedi ve taşları başlangıç konumuna dizdi.

Satranç hayatımın bu ilk partisinin kaç hamle ya da kaç dakika sürdüğünü hatırlamıyorum. Çok zaman oldu. Ama oyunu tahmin edileceği üzere kaybettiğimi anımsıyorum.

Dedem o öğleden sonra hep yaptığı gibi üyesi bulunduğu Şehir Kulübüne gidemedi. Ama buna karşılık bana ömür boyu yanımda olacak bir arkadaş kazandırdı SATRANÇ! Bunun için şimdi aramızda olmayan dedeme ne kadar teşekkür etsem ve onu ne denli büyük bir saygıyla ansam yeridir.

Ondan sonraki günlerde öğrendiğim satranç kurallarını ben de kardeşime öğrettim. Artık kardeşimle hayli zorlu partiler yapmağa başlamıştık. Bazan ben yeniyordum. Bazan o. Yalnız dedemizle yaptığımız maçları hep kaybediyorduk. Şöyle şah buradan tekrar şah ve az sonra şah ve mat!İkimiz de dedem için güzel birer rakiptik. Onu biraz zorluyor ama asla yenemiyorduk. Ne yapsak ta onu yenebilsek.Biz kardeşimle kara kara düşünürken cevabı yine dedem buldu. Bir gün elinde bir kitapla bize geldi.Kitabı uzattı.Üzerinde SATRANCIN ESASLARI J.R. CAPABLANCA yazıyordu.

O günden itibaren kardeşimle bu kitabı parçalarcasına çalışmağa başladık. Önce kitaptan satranç hamlelerinin yazılmasını yani satranç notasyonunu öğrendik. Sonra kale ve vezir ile mat. İki fil ile mat Oyun sonları, kale piyon finalleri, Capablanca’nın örnek oyunları derken kitabı baştan sona birkaç kez devrettik.

O yıllarda şimdiki kadar çok satranç kitabı ya da gazete köşeleri yoktu. Bilgisayarın ise B’sini bilmiyorduk daha. Ancak televizyondaki bilim kurgu dizisi UZAY MELEĞİ’inde ay üssünde oturan Edi’nin konuşan esprili bir bilgisayarla satranç oynamasını, bir rüya gözüyle izliyorduk.

Şimdi gençlerin elinde bulunan satranç programları kitaplar, açılış ansiklopedileri, internet ve diğer olanaklar o zamanlar mevcut değildi.

Sözü uzatmayayım... Capablanca’nın kitabını aldıktan birkaç ay sonra kardeşimle birlikte oynadığımız bir partide ilk defa dedemizin karşısına çıktık. O günü asla unutmayız. Oynadığımız partinin hamleleri de sanırım defterimizde kayıtlıdır. Çok zorlu bir oyun sonunda kırkbeş hamlede dedemizi yenmeyi başarmıştık. Oyundan sonra kendisi bize “Çocuklar sizi tebrik ederim. Bu sizin başarınız olduğu kadar çalışmanın ve özellikle bilimsel çalışmanın zaferidir.” Demişti. Bu sözleri de hiç unutmuyorum.

Bu partiden sonra dedemiz bizi bir daha hiç yenemedi. Çünkü o pratik oyuncuydu ve oyun gücü bir yerde durmuştu, sabitti. Biz ise artık notasyon biliyorduk ve gelişmeye ama sürekli gelişmeye açıktık. Çalıştıkça ve oynadıkça gelişiyorduk.

Bu basit ama gerçek yaşantı kesiti bilmem bir öykü sayılabilir mi ama bizden sonra satranca başlayan ya da başlayacak genç kardeşlerimize bir mesaj verebileceğini düşünüyorum. Onların çoğu bizim başladığımızdan çok daha önceki yaşlarda satranca başlayabiliyorlar. Ellerindeki imkânlar da bizim o zaman sahip olduğumuzdan çok fazla. Onlara bol bol çalışmaktan başka pek bir zorluk kalmıyor. Haydi kolay gelsin. SELİM ALTINOK