Görmeyenlerin Müze ve Sergi Ziyaretleri

 

Körcül Müze Ziyaretleri
Batıda yaygınlaşmaya başlayan bir uygulamayla, müze ve galerilere gelen görme engelli ziyaretçilere“Sesli betimleme”ye dayanan “Özel rehberlik hizmeti” veriliyor. Sergilenen heykel, tablo ve diğer eserlerin görünüşleri, tarihsel gelişim içindeki yerleri, ve bunları vücuda getiren sanatçılara ilişkin anlatımlar yapılıyor.
Rodin Heykel müzesi Sakıp Sabancı Müzesi Rodin Heykel Sergisi Görme Engelli bir genç dokunarak heykeli inceliyor
Sakıp Sabancı Müzesi'de açılan ünlü Heykel Sanatçısı Auguste Rodin'in eserlerininyer aldığı "Heykelin Büyük Ustası Rodin İstanbul'da" sergisini görme engelliler ziyaret etti. Rodin Müzesi'nden alınan özel izinle, görme engelli vatandaşlar eserleri dokunarak inceledi. Eserlerle ilgili notlar Braille Alfabesi ile yazılmıştı.
--------------
Askerî Müze Mehteran Bölüğü ve Kerim Selim Askerî Müze ziyareti Kerim-Selim Askerî Müze ziyareti  Kerim Selim Altınok Askerî Müzede
İstanbul Modern ziyareti İstanbul Modern ziyareti Askerî Müze Kerim Selim  Mehteran Bölüğü  Askerî Müze
Ülkemizde de benzeri uygulamaların başlatılması yönünde girişimler var. “İstanbul Modern”, “Santral İstanbul” ve “Harbiye Askeri Müzesi”’ne gelen görme engelli gruplara rehberler “Sesli betimleme” yapmaya başladılar.
----------------
Yazarların böyle mekânları ve içlerindeki eserleri anlatan metinler hazırlamaları planlanıyor. Aşağıda “Jale Sancak”ın “Santral İstanbul” müzesini betimlediği yazıyı okuyabilirsiniz.
 
Santral İstanbul
SANTRAL İSTANBUL .Güvercin kokusunun kaybolduğu…Kanat seslerinin…belki geceleyin artık sadece el ayak çekildiğinde duyulan…Osmanlı imparatorluğunun ilk termik santrali Silahtar ağa… Santralin geçen zamanla birlikte kunt dokusu yıpranmış yüksek duvarları, bina bindokuzyüz on yılında yapıldığına göre doksansekiz yaşında.Yer yer dökülmüş duvar sıvalarının altında, onlara dokunmamızı, onları anlamamızı bekleyen yıprak taşlar, rutubet lekeleri ve kirli beyaz fayanstan duvar kaplamaları, ışığı içeriye alan çok büyük pencereler,başımızı kaldırıp bakmadan göremeyeceğimiz çok yüksek tavan,en yukarıdaki yuvarlak kemerli devasa camlı bölmenin ardındaki, insanda her şeye hakim olduğu duygusu uyandıran kontrol odası,çiçekli taşlarla bezeli zemin döşemesi hep birlikte yaşlanmışlar.Burada eski olanın, bir bakıma tarihin rengi gri.Yürüyen merdivenler, üst katlara çıkan, aşağılara inen, her yere ulaşan basamaklar, tırabzanlar, üzerinde gezindiğimiz seyir terasları, seyir teraslarının demir parmaklıkları kahverengi.Santralin eski dokusuna çok fazla dokunulmamış olsa bile kahverengi yeni olanın, yenilenmenin, bugün eklenenlerin rengi.
Santral İstanbul Seyir Terasları
Rahatça gezinebilmemiz, her şeyi görebilmemiz için binanın içini çepeçevre dönen, uzun ve dar seyir teraslarından oluşturulmuş katlar, birbirine eklenmiş kocaman çarpı işaretlerini andırır biçimde yapılandırılan demir direklere perçinlenmiş . Tam ortada kalan dikdörtgen boşluktan ise bir avlu yaratılmış. Ve işte avlunun ortasındaki, aralarında boşluklar olan taş yükseltilerin üstünde devasa tribün jeneratörler...
Çalıştıklarında çıkan gürültü kanat seslerini bastırır mıydı?Kaynayan su, buhar kazanlarının fokurtusu, millerin dönüşü, dişlilerin gıcırtıları…Soldan sağa eski dökümcü ustalarının eseri beş adet makine…İlki, Macar işi… Boylu boyunca uzanmış, burnundan soluyan ya da of çok yorgunum diye homurdanan sevimli, tembel bir su aygırını çağrıştırıyor bana. Oysa tembellikten çok uzak. İlk elektriği bindokuzyüz ondört’de Beyoğlu’na ve sur içine veren, iki bölümden, yatay, yuvarlak tüp biçiminde bir jeneratör ve hemen önünde pas rengi, tepesinde gemici fenerlerini andıran ikiz pistonları olan ve gene yuvarlak hatlı bir tribünden oluşan bu makine yıllar boyunca şehre ışık yağdırmış. Kanat seslerini özlüyorlar mı? Kırık camlardan içeriye dolan güvercinleri? Kim bilir…Santral yenilenmeden önce her yanı kaplayan güvercin pisliklerinden arındılar. Şimdi yuvarlak sırtları, gövdelerinin çeşitli yerlerinden çıkan borular, küçük kollar, iri vanalar, onları birbirine ekleyen büyük vidalar, eski ışıltılarına yeniden kavuştular.Makineler çalıştıkça kızgınlaşan su yüzünden ateş kuyusuna dönen termik santralin, nasılsa soğuğu içeriye almaları mümkün olmayacak diye çok ince örülmüş olan duvarları,gerektiğinde kullanılmak üzere tavandan sarkan, 
salıncak misali vinçler, her şeyi gören, her şeyi bilen en tepedeki kumanda odası, yoksa kartal yuvası mı demeli…en küçük makine aksamına kadar her şey artık pırıl pırıl.Avludaki ikinci tribün jeneratör, zamanın lekelerini üstünde barındıran baklava desenli taş zemin üzerinde ilki gibi şişman, yusyuvarlak bir tüp biçiminde uyuklamakta. Ama 1922 yapımı olduğuna göre daha yeni, daha geliştirilmiş bir model olmalı. Ön kısmındaki tribünün geniş, yayvan bir gövdesi, alt kısmında, iki yanını çevreleyen uzun boruları, bombeli bir sırtı, kapakla gövdeyi birleştiren büyük somunları, buhar püskürten koni şeklinde bir borusu, ön üst kısmında, odun sobalarının ızgaralarını hatırlatan bir parçası var. Bu ön kısım bakıldığında “hadi artık beklemekten sıkıldım, çalıştırın beni” diyen bir lokomotife de benziyor.Dünle bu günü, eskiyle yeniyi, hiç de yadırganmayacak bir biçimde buluşturan ilginç, insanda gizemli duygular ve merak uyandıran bu mekanın üçüncü jenaratörü, ilk ikisinden biraz daha farklı.Arkada beş makaralı tekerlek biçiminde bir bölüm var. 1923 AEG yapımı bu jenaratör’ün tribün kısmı gene yayvan gövdeli, iri somun bezemeli. Tribünün yayvan gövdesinin ön üst kısmında içki şişelerine benzeyen beş tane piston bulunuyor. Pistonların hemen altında ise küçük bir balkoncuk ve çok zarif, ince bir balkon korkuluğu.
Balkonun alt kısmındaysa birbirine bitişik yuvarlak demir aksamlar, öne doğru uzanmış, her an buhar fışkırtacakmışçasına duran, aynı zamanda da bir savaş topunun ağız kısmını anımsatan bir de büyükçe bir boru.Hafifçe sararmış taşlarıyla bize geçmişin görüntülerini getiren taş zeminin bir kıyısında, eski, tahta bir sandığın içine “o günlerden kalan her şeyi geleceğe taşımalıyız” dercesine aynı dikiş ipliklerini sardığımız masuralar gibi, pas tutmuş büyükçe bobin makaraları bırakılmış. Bazen araya yeni olan girmekte. Uç kısımlarındaki, aynı gemi çapaları gibi biçim verilmiş, boşlukta sallanıp duran kancalarıyla hafif hafif salınan dört makaralı vinçler…Atmosferin doğal ışığına akıp karışan, sonradan gerçekleştirilen ışıklandırma sisteminin yeşil, mor, eflatun, sarı ışıkları. Işık gölge oyunları…Ya da parlayan küre, plazma küresi gibi…Giriş kata yerleştirilmiş bu küreye elinizi dokundurduğunuzda gökyüzünde eğri çizgiler çizen yıldırım çakımları gibi çok hoş, çok şaşırtıcı, bir ışıklanma oluyor kürenin içinde. Bunun nedeni şöyle açıklanıyor: Dokunduğunuzda, elinizle kürenin içindeki elektrot arasında bir elektrik alanı oluşuyor ve plazma bu elektrik alanı doğrultusunda yönelerek, kendini deşarj ediyor. Bir tür topraklanma oluyor. Hayli ilginç bir görüntü bu. Dördüncü jeneratör, SİEMENS,1956 yapımı, O da ötekiler gibi iki parçalı , lakin daha modern bir makine. Dış yüzeyinde pek fazlaca aksam, parçacık yok. Ser verip sır vermiyor sanki. O uzun gövdesiyle daha çok bir deniz altına benziyor. Tribünün önündeki kalın, yuvarlak boru, sanki denizin altında soluk alıp vermesine yarayan bir soluk borusu. Hemen ön yüzünde iki ağızlı bir su matarasına benzeyen piston var. Üst kısımdaysa aynı biçimde dört piston daha . Elbette sırtının iki yanındaki yuvarlak kapaklardan bir insanın sığması zor, ne var ki onlar denizaltıyı andıran bu tribünün giriş kapağı görünümündeler. Sağ yanındaki gemi dümeni biçiminde yapılmış parça bir tesadüf olabilir mi?Bana kalırsa onunla suyun altında serüvenlerle dolu bir yolculuk yapabileceğinizi düşleyebilirsiniz. 3 Son makineye gelince, ne yazık ki onun jeneratörü kayıp, muhtemelen binanın kaderine terk edildiği dönemlerde parçalara ayrılarak çalınmış olabilir, bu nedenle sadece tribünü kalmış. İlk bakışta onun bir jeneratörün tribün kısmı olduğunu düşünmek, anlamak neredeyse imkânsız. Bir uzay gemisinin ön bölümü olabilir mi?Yoksa bir deney laboratuvarıyla mı karşı karşıyayız? Jeneratörün künk biçimindeki ön parçasının üstüne yan yana monte edilmiş bu ikiz dev borunun aslında alışveriş poşetlerinin plastik tutamaçlarını hatırlattıkları söylenebilir. Boruların bir ucu arkadaki uzun ve kısa kenarları olan dikdörtgen demir kutuya monte edilmiş. Dikdörtgen kutunun önünde ve arkasında enine genişleyen kazan bölümleri var. Ötekilerde olduğu gibi gemi dümenine benzeyen vanalar, pistonlar ve diğer parçalar, bir başka deyişle olması gereken her şey artık yanı başında. Yenilenmeden önceki, dağınık saçları anımsatan halinden eser kalmamış. Şimdi her şeyin başladığı ve bittiği yerdeyiz. En yukarıda, kumanda odasında. Buradaki ilk izlenim de, filmlerden edindiğimiz bilgiyle elbette, bir uzay üssünde olduğumuz duygusunu uyandırabilir pekala da. İçeri girer girmez volt ve kilovat göstergesiyle karşılaşıyoruz. Kimi yuvarlak, kimi dikdörtgen biçimli, camlı, içinde ibrelerin, rakamların bulunduğu irili ufaklı sayısız gösterge. Çok kalabalık bir saat sülalesi sanki bizi karşılayan. Camın hemen önündeki ilk masa bir duvardan ötekine dek uzayıp gidiyor. Üzerinde her biri ayrı bir işe yarayan onlarca düğme, direksiyon benzeri vanalar, küçücük, kapı kolları gibi saplar sıralanmış. Tribün jeneratörlere ve trafolara verilen enerjilerin kontrol edildiği tezgâhlar bunlar. Silahtar ağa termik santralinin can damarı. Kaynar suyun, buhar sıcaklığının değil, insan sıcaklığının varolduğu, makinelere insan aklının hakim olduğu, düğmelere, vanalara insan elinin değdiği tek yer santralin içinde.Büyükçe, tavanı yüksek bir alan burası. Bir iktidar alanı. Belki bu yüzden hemen güç üzerine, gücün büyüsü, çekiciliği, heybeti üzerine düşünmeye başlıyor insan. Bir ürpertiyle kuşatılıyor ansızın. Tehlike yazıyor bir vananın üzerinde. Güç aynı zamanda tehlikeli bir şey.Uzun tezgâhın hemen arkasında yarım ay biçiminde yan yana iki tezgah daha var. Oval bir yüzün yay biçimli kaşları gibiler. Kaşların altında bu kez gözler değil yan yana dizilmiş saat benzeri frekans metreler ve bar sistemleri var. Ve en arkada düz bir duvar oluşturan yüksek sigorta panoları. Ancak el sürülünce hissedilen pütürlü zemin, geçen zamanın oluşturduğu bir şey olsa gerek. Zaman madene de dokunmuş ve biraz da yıpratmış onu.Dinamo şalterleri, ampermetreler, vinç şalterleri de paylarına düşeni almışlar, zeminde hafif dökülmeler, çatlamalar ya da küçük küçük kabartılar…Sigorta panosunun ardındaysa, tehlike anında ani buhar baskınından korunmak için yapılmış, bir insanın sığabileceği büyüklükte bir kapısı olan ve tavanı üçgen bir çadırı çağrıştıran, gövdesi beş köşeli bir kulübe, bir kurtarıcı da diyebiliriz ona. Bu etkileyici salondan çıkmak istemiyor insan, ne var ki gitme vakti.Taş avluyla tek vücut haline gelmiş tribün jeneratörler, yıllar boyunca görevlerini yapmanın, yararlı olmanın huzuruyla, gidenleri sessiz ve dingin uğurluyorlar. Aşağıda, giriş katında jeneratörlerin kimi alt parçalarının arasında, bugünün, yeni olanın, çağcıl olanın yapıtları ve buluşları duruyor ve yeni anlamlar kazandırıyor santrale. Böylece tuhaf, gizemli bir dünyanın içinde olduğumuzu düşündüren bu etkileyici atmosferi biraz daha zenginleştiriyor ve ilginçleştiriyorlar. Belki artık güvercinler sonra,kanat sesleri…herkes gidince, el ayak çekilince…bir başına, yapayalnız bırakmamak için santrali, biraz yarenlik etmek, biraz dertleşmek için,sonra gelecekler.