Kerim Altınok 8 Haziran 2013
BİLGİSAYAR NİMET Mİ İLLET Mİ?
Bilgisayar hiç şüphesiz 20. Yüzyılın en önemli buluşlarından biri. 1950’lerden
başlayarak hızla gelişti. Önceleri bir odayı hatta apartman dairesini kaplayan dev
bilgisayarlar vardı. Teknoloji ilerledikçe hem küçüldü hem ucuzladılar,yaptıkları işler
arttı. 1990’lar bilgisayarın evlere girdiği yıllar oldu ülkemizde. “PC” denilen kişisel
bilgisayarlarla tanıştık. Nasıl 1970’lerin başlarında televizyon geldiyse yaşamımıza,
bu defa bilgisayar oturdu baş köşeye. Önceleri siyah-beyaz olan ekranlar zamanla
renklendi. Mouse yani fare ile tanıştık. Komşular aralarında sözleşip akşam evinde
bilgisayar olan arkadaşlarına misafirliğe gittiler. Oyunlar oynandı ışıltılı ekranın
karşısında. Daha internetin esamesi okunmuyordu o günlerde. Çok geçmedi ki, o da
çıka geldi. Önce büyük iş yerlerine sonra evlerimize. İlkin telefon hattından bağlandık,
internetteyken arayanlar ulaşamadılar bize, devamlı meşgul çaldı telefonumuz,
yüksek faturalar ödedik. Nihayet ADSL çıktı ortaya. Artık yirmidört saat netteydik ve
telefonumuz da meşgul çalmıyordu. Erişim hızımız artmıştı, ne güzel!
MSN üzerinden yazışmalar, sesli görüntülü görüşme imkânıyla Amerika’daki
yakınlarınızla ücret ödemenen saatlerce muhabbet etmek! Biribirine kırmızı gül,
öpücük ya da yılbaşı kartı yollamalar! Ama hepsi sanal.
Eskiden kaset alırdık, şimdi CD’ler DVD’ler havalarda uçuşuyor. Hatta bunlara bile
gerek kalmadı. Yasal ya da korsan, müzik albümleri, filmler internetten indiriliyor.
Evde bulundurmaya bile gerek yok, her şeye internetten bir tıklamayla ulaşıyoruz.
Oysa eskiden bir kasetin peşinden koşmak vardı, çıkıp çıkmadığını kasetçiye sorar
takip ederdik. Bazen Türkiye’de bulunmayan bir plağı yurt dışından araştırır, sipariş
verir gelmesini ümit eder,heyecanla beklerdiniz. Yüklüce bir bedel ödeyince de
kıymeti daha fazla olurdu sanki.
Dijital dünya baş döndürücü hızla ilerliyor, hayatımıza giriyor.
Artık birçok şeye evimizden bir fare tıklamasıyla ulaşabiliyoruz. Her şey çok iyi çok
güzel ama gerçekten bu denli güllük gülistanlık mı?
Evet sınırlar kalkıyor! Dünya âlem bir arada. Sosyal iletişim ağları üzerinden atılan
mesajlar anında yüzbinlerce kişiye ulaşıyor, bunlar iyi, Ama bir şey eksik, gerçeklik!
Sanal bir dünyadayız. Kimse biribiriyle yüzyüze gelmiyor, karşısındakine
dokunamıyor, ancak yazışıyor, belki bir kameranın yolladığı görüntüleri izliyor ama
asla cancana gelemiyor.
Çoğu kez gerçek isimlerini bile gizleyerek yazıyorlar. İnternet siteleri üzerinden
yazışarak kavga ediliyor. Yüz yüzeyken diğerine söyleyemeyeceği sözü,yazarak
rahatlıkla söyleyebiliyor insanlar. Bu kavgaların dozu bazen öyle kaçıyor ki,
moderatörler yani grup yöneticileri araya girip müdahale etmek zorunda kalıyor. Karı
koca bile aynı evin bitişik odaları arasında internetten yazışarak haberleşiyor, eşler
güzel bir fıkrayı e-postayla gönderiyorlar birbirlerine, akşam yemek sofrasında
anlatmak varken...
Eskiden insanlar kahveye gidip tavla oynardı. Satranç için ancak bir turnuva
bulmanız ve gitmeniz gerekirdi. Briç meraklıları ise kulüplerde bir masa etrafında
toplanırdı. Şimdi hiçbirine gerek yok, bütün oyunlar internette! Evinizden çıkmanıza
bile lüzum yok, kimseyle konuşmadan görüşmeden, bilgisayar başına geçmeniz
yeterli. Karşınızda ne rakip var ne tavla pulları ne iskambil ne satranç tahtası.
Rakibiniz dünyanın öbür ucunda. Çocuklar sokakta saklambaç, futbol, kurtarmaç,
mendil kapmaca oynamıyor artık. Evlerde buluşulup play station partileri yapılıyor,
erken yaşlarda obezlik aldı yürüdü. Gazetenin kokusunu özledik, haberlere
internetten bakıyoruz, eski tadı var mı?
Bir kaset alırdık, aylarca kaset çalardan çıkarmaz, defalarca dinler, neredeyse
şarkıları ezberlerdik. Dinlemekten bant yıpranır bazen de dolaşıp sarar hatta
kopardı. Kasetin sarmasının ne olduğunu zamanımızın müzik tutkunları hiç
bilemeyecekler. Ama o zaman ne olurdu; müziği içimize sindirir içercesine yaşardık.
Tatile giderken walk-men’de dinlemek üzere yanımıza en fazla 3- 5 kaset alabilirdik.
Şimdi öyle mi? Kibrit kutusu kadar bir mp3 çalar en az 500 tane şarkı alıyor. Bu 50
albüm demek. Hangi birini dinleyeceğiz. Bazen bu çokluğun içinde insan hiç birini
dinlemek istemiyor. Bir parçayı atlamak için bir tuşa basmanız yetiyor. Hatta bir tuşla
albüm ya da albümleri geçiveriyorsunuz. Müziğe sanata, esere saygınız kalmıyor.
Oysa eskiden kasette bir şarkı ileri sarmak için parmağınızı ileri tuşuna basılı tutup
azımsanmayacak bir süre beklemeniz gerekirdi, hatta parmağınız ağrırdı. Aradığınız
şarkıya kadar geçmekse bir maharet sayılırdı. Ama o zaman bir şarkının, evet tek bir
şarkının kıymeti vardı. Şimdi bilgisayarlarımızın içinde on binlerce şarkı binlerce film.
Arkadaşınız taşınabilir hard diskini getiriyor, küçücük bir kutu. Bilgisayarınıza
bağlayıp içindeki bütün müzik ve filmleri bir tıklayışla kısa sürede alıyorsunuz. Peki
bunlar sizin oldu mu? “Sahip olmak ya da olmak” diye iki kavramdan söz eder Eric
Fromm. Sahip olmak sadece bir şeyi elinizde egemenliğinizde tutmaktır, olmaksa
onu yaşamak, sevmek tatmaktır. Ömrünüz boyunca dinleyemeyeceğiniz kadar çok
müziğe, seyredemeyeceğiniz kadar filme sahip olmak anlamsızdır aslında, sizin olan
müzik; dinleyip zihninize “download” edebildiğiniz,beyninize yüreğinize nakşedebildiğiniz müziktir, filmler
de öyle... Ötesi sadece harisliktir, sahip olma hırsıdır, en iyimser deyişle ucuz bir
koleksiyonculuktur belki.
Çocukluğumuzda, gençliğimizde bir şarkı dinlemişizdir, ama sonra bir daha hiçbir
yerde duymamışızdır onu. Sanki tekrar bulsak dinlesek o yıllara, çocukluk
günlerimize gençliğimize geri döneceğimizi sanırız. Youtube’a saldırırız, aklımızda
kaldığı kadar şarkının ismini yazarız. Ve büyük mutluluk, birileri yüklemiş, şarkıyı
bulduk. Ama hayal kırıklığı! Nedense şarkı aynı tadı vermez, o günleri getirmez.
Neden, çünkü geçmiş geçmişte kalmıştır, o, o günün güzelliğidir. “Bu muymuş ayılıp
bayıldığım şarkı” deriz. Müziği yalnızca müzik olduğu için değil, biraz da onu
dinlediğimiz günlerin güzelliğiyle severiz gerçekte. Şarkı aynı şarkıdır ama zaman
değişmiştir artık.
Bilgisayar başında geçen saatlerin bize bıraktığı boyun ve bel ağrıları, disk
kaymaları, ortopedik sorunlar, büyüyen göbekler. Bilgisayarla uğraşıyorsak işimiz hiç
bitmiyor ki! O klasörü sil, bunu oraya kopyala, şunu öbür tarafa taşı. Çok işimiz var
çok! Bir de e-posta okumak var tabii. Hangimiz günde 300 mektup birden alırdık
eskiden. Mektup almak için evvela mektup yazmak lazımdı. Ancak gazetelerde
gönül postası gibi popüler köşeler yazanlara yüzlü sayılarda mektup gelirdi. O da
insan eliyle yazılmış, göz nuru taşıyan mektuplar. Oysa şimdi öyle mi? 10 tane
elektronik posta grubuna üyesiniz, her birinden günde 30 tane e-mail gelse 300 mektup eder.
Bir de reklâm için yollanan otomatik postaları düşünün. Günde 500 mektup
okunabilir mi? Bunların sadece başlıklarına bakıp okumadan silmeniz bile günlük bir
rutindir ve enerji emmeye birebirdir. Düşünün 500 defa fare ya da klavyeden aynı
otomatik hareketleri yapıyorsunuz. Her birinde 3 hareket olsa 1500 kıpırtı ve beyin
kullanımı demektir bu. Sabah çalışma masanızın başına dinlenmişliğin enerjisiyle
oturdunuz. “Şöyle bir e-postalarıma bakayım” dediniz. Saat 9.00 mu, emin olun siz
ne olduğunu anlamadan saat 10.00 oluverecektir. “Ben ne yaptım?” Hiç sadece 500
tane mesajı hızla gözden geçirip tükettiniz ve ciddî bir yazı bile yazmadınız.Tabii işini
gücünü e-postayla yürütenler var. İnternet üzerinden uzak mesafedeki iş ortaklarıyla
görüntülü ve sesli haberleşip toplantılar yapanlar var. Ya kafamızda uçuşan ve
ezberimizi dolduran kısa yol
tuşlarına ne demeli? Bunlar yerine 20 tane 30 tane güzel şiiri ezberimizde tutup dost
meclislerinde okusaydık fena mı olurdu?
Bazen “Biz ne şanslı bir nesiliz, bilgisayarlı zamanlara denk geldik” diye
sevinmişizdir değil mi? Hatta önceden yaşamış insanları düşünüp onlara acımışızdır
belki. “Ne yazık, Balzac bütün romanlarını elle yazdı, eski çocuklar bilgisayar
oyunlarını hiç bilmedi”. Öyle mi gerçekten? Bence onlara hiç üzülmeyelim, herkes
kendi devrini yaşadı ve yaşıyor. Onlar da bize göre çok esen, dingin kafalar taşıdılar,
bir ekranın başına bağlanıp kalmadılar, çıkıp açık havanın tadını çıkardılar. Hem
bizden sonraki teknolojileri kullananlar da bize “Vah vah ne ilkel zamanlar
yaşamışlar” diye bakmayacaklar mı?
Bir araştırma yapıyorsanız, ne kadar şanslısınız, Google var. Yazarsınız anahtar
kelimeleri bilgiler dökülüverir ekranınıza, siz de alır, harmanlar, oluşturursunuz
makalenizi. Peki bunların hepsi doğru mudur, sadece internette yer alıyor diye
gerçeği yansıtabilirler mi? İnternet haklı bir otorite midir bilgi için? Eski insanlar çok
mu şanssızdılar? Araştırma için, kitap yazmak için kütüphanelere giderlerdi, orada
kütüphaneciyle, okuyan başka insanlarla ilişki içinde olurlardı. Pek muhtemeldir ki
daha doğru bilgiye de ulaşırlardı.
Girin bakın bir iş yerine, genç bir delikanlı çıkacak karşınıza, Tekno-mekanik tipler.
Sorduklarınıza cevap verecek ama hep bir eli mouse, farede yani, ruhsuz soğuk
donuk bir ses, sıcaklıktan uzak.Hep bir fare tıklaması eşlik edecek size cevap veren
sese ve tabii aklının yarısı ekranda olan bir beyin.Hanımlar biraz masum,onlar
biraz yabancıdırlar bilgisayara, daha hayata yakın hayatın içindedirler daima.
Ne kadar yazılsa çizilse, konuşulsa bitmez bu konu. Çağımızın hayranlığı çağımızın
hastalığıdır bilgisayar. Varlığı bir dert, yokluğu yara, ne onunla olur ne de onsuz,
artık vazgeçilmez olmuştur hepimiz için. Şimdi halk hareketlerini bile tetikliyor
sosyal medya.Sabah kalkınca ilk sigarasını yakıveren tiryakiler gibi gidip düğmesine
basmaz mıyız onun, hiç değilse bir müzik koymak için radyonun düğmesini
çevirivermek varken?
Son yorumlar
9 yıl 8 hafta önce
9 yıl 9 hafta önce
9 yıl 10 hafta önce
9 yıl 10 hafta önce
9 yıl 10 hafta önce
9 yıl 14 hafta önce
9 yıl 14 hafta önce
9 yıl 15 hafta önce
9 yıl 24 hafta önce